Fahrettin ÖZTOPRAK
Çok ağır konuşacağım bugün. Şimdiden kimse kusura kalmasın. Lafım okuyucularıma, yani size değil. Üstünüze alınmayın. Onlar kendilerini biliyor. Şikayet etmeye çok meraklılar. Bu yazıda yine ne yazmışım muhakkak bakacaklar, yazımı mutlaka okuyacaklardır. Ben şimdi onlara ne diyeceğimi bir güzel söyleyeyim de ne bok olduklarını anlasınlar. Bunlar insan sıfatından zerre kadar nasibini almamış kimseler. Akıl piyade. Mantık başını alıp gitmiş. Düşünce dersen havada bulut. İrade dersen kendini koyvermiş. Hani bizim yobazlar ve gericiler var ya, onların tıpkısı. Ancak bunlarda sarık yok, cübbe yok, takunya yok, tespih yok, seccade yok, kıble yok. Her birini bizim rahmetli İskilipli Hoca, Frenk Mukallitliği adlı eserinde çok güzel anlatmış, Allah ondan razı olsun. O uyarısını vakti zamanında yapmış ama, anlayan kim? Bu Akkoyunlu Türkmeni anında darağacına çekmiş, evlatlarına ve torunlarına da zulüm uygulanmış, onları yor yoksul bırakmışlardır. Biri bile Çerkez Ethem adını duyunca, dayanamaz, kin ve öfke kusar. Oysa bu kahraman olmasaydı Anadolu’daki iç isyanları kimse bastıramazdı. 60 atlısıyla Yozgat’a bir iki topla gönderilen Kılıç Ali, Yozgat isyanı baş gösterince sığınmak zorunda kaldığı köyden Mustafa Kemal Paşa’ya mektup yazıp, isyanı bastırsa bastırsa ancak Çerkez Ethem bastırır dedi. O da geldi kısa zamanda bu isyanı bastırdı. Ama, Atatürkçüyüm diyen gerici ve yobazlar bunu bilmez, düşünmezler bile.
46 yıllık Ülkücülük hayatımda bir kere bile Atatürk’e laf söylemedim. Onu ve cumhuriyeti, inkılaplarını sevdim. Batı mukallitliğine karşı olduğum halde yine de Atatürk ilkelerini ve inkılaplarını benimsedim. Dahası, demokratik bir düşünce ve anlayışına sahip oldum. Ben Türk İslamcı değildim, Türk milliyetçisiydim. Türk milliyetçiliğinin ne demek olduğunu çok iyi bildiğimden ne devlet milliyetçiliği, ne vatan milliyetçiliği, ne bayrak milliyetçiliği, ne din iman milliyetçiliği yaptım. Millet milliyetçiliğinden zerre kadar şaşmadım. Çünkü asıl milliyetçilik buydu. Orkun Yazıtlarında Türk Bilge Kağan’ın açık açık belirttiği gibi, açı doyurmak, çıplağı giydirmek, başkalarının baskısı ve tahakkümü altında kalmış, özgürlükleri elinden alınmış, milli kimliklerinden mahrum bırakılmış Türkleri hür kılmak, onları dünyaya tanıtmaktı. 1985 yılından beri devam eden Türk Ocakları’nın 31 yıllık zihniyetini değil, 25 Mart 1912’de İstanbul’da Ahmet Ağaoğlu, Ahmet Ferit Tek. Fuat Sabit Ağacık ve Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından kurulan, başta Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip Adıvar olmak üzere devrin aydınlarının yer aldığı Türk Ocakları’nın fikrini benimsedim. Menemen şehidi Mustafa Fehmi Kubilay bile bu ocağın Afyon şubesine mensuptu. İşte günümüzün Atatürkçüyüm diyenlerle aynı kalıpta olan o zamanın devşirmeleri dinci yobaz ve gericilerle, hatta esrarcılarla işbirliği yaparak onu Menemen’in göbeğinde katlettiler. Katline de Menemen hükümet konağından seyirci kaldılar. Oysa konağının içinde ellerinde tüfeklere jandarmalar vardı. Bu jandarmaların birinin bile müdahalesine izin vermediler. Hatta hükümet konağının bir camını kırıp tüfeğini isyancılara doğrultan bir jandarma erini de, “Sen ne yapıyorsun be adam, iş senin düşündüğün gibi değil” diyerek payladılar. Aralık 1930’de meydana gelen Menemen olayından sonra, Nisan ayında Türk Ocaklarını kapattırıp, o saray misali binasını da Halk Evleri’ne verdiler. Osman Yüksel Serdengeçti denen, 3 Mayıs 1944’te yaptığı aşırı hareketler ve hükümete dair konuşmalarla Türkçüleri tutuklattıran, hükümetin bir ajanı olarak bu tutuklananlar arasında yer alan, el altından muhbircilik yapan, 1969 MHP Adana Genel Kongresi’nde MHP’li Atsız’a ve ona bağlı Türkçülere cephe alıp İslamcıların ve Osmanlıcıların başını çeken, Üç Hilali partinin bayrağı yaptıran biri, yine aynı yıl Ankara’da, evinde Necmettin Erbakan başkanlığında MNP’nin kurulmasını sağladığı gibi, 1973’te ortaya saçma sapan bir iddia attı. Çamur at, izi kalsın misali. Hasan Külünk’e demiş ki, vefatından önce Hamdullah Suphi Tanrıöver bana söyledi, “Menemen olayını biz yaptırdık dedi.” Tabi, Tanrıöver ölüp gitti ya, şahidi de yok. Nasıl olsa Ecevit Erbakan ile koalisyon hükümeti de kurmuş. CHP’nin 1930 yılındaki bir melanetini aklamaya çalış. Bunu anlamayacak ne var?
Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te kuruldu. Mustafa Kemal Paşa çok şey yapmak istedi. Ancak Osmanlı devşirmeleri birer birer CHP’de yer almaya ve milletvekili seçilmeye başladılar. Bunlardan biri Said-i Nursi pohpohçusu ve arkadaşı Kel Ali, diğeri aslen Rodoslu olan Reşit Galip’ti. 1930 yılında da devreye Burhan Belge girip, CHP ile SCF arasında tarafsız konumunu muhafaza etmeye çalışan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’yı bile, “Seni bile deviririz” diyerek tehdit etti. Hatta bunlar TCF’ye dahil olan, İzmir’deki Atatürk’e yönelik suikast girişiminde suçsuz yere idam edilen 10 civarındaki milletvekilinin durumu karşısında sessizliğini bozan, “Siz kılık kıyafet devrimiyle Batılı şirketlerden kılık kıyafetler ve şapkalar getirtip onların daha çok zengin olmasını sağladınız” diyen Halide Edip Hanımefendi hakkında da tutuklama ve yargılama girişimi başlattılar. O bu nedenle ülkeyi terk edip Amerika’ya kaçmak zorunda kaldı. Adını da mandacıya çıkardılar. Oysa asıl ABD mandacıları 4 Eylül 1919 Sivas Kongresi’nde görüldüğü gibi, kimlerdi? Kongrede verilen ve ertelenen tekliflere bakın.
Mustafa Kemal Atatürk, Sivaslı iş adamı Nuri Demirağ’a ilk uçak fabrikasını kurdurdu. Atatürk’ün vefatından önce tam 400 kadar uçak yapılmıştı. Bu uçaklar savaş uçağıydı. Atatürk vefat etti. İsmet Paşa Milli Şef ilan edildi. Ne mi yaptılar? “Vay sen misin uçak fabrikasını açan, 400 uçak yapan” deyip, Demirağ’ın anasından emdiği sütü burnundan fitil fitil getirdiler. Evet, bunu yaptılar. Uçak fabrikasını kapattıkları gibi, Nuri Demirağ’ı da borçlu çıkardılar. Onun elinde ne var ne yok hepsini aldılar. Demirağ neredeyse sokaklara düşüp dilenecekti. Ama yakın dostları ve arkadaşları vardı. Onu yeniden ayağa kaldırdılar. Bunu işte bugün beni şikayet eden, paylaşımlarımı engellemeyi kendilerine vazife edinen ve Atatürkçü maskesine bürünen zihniyetin o zamanki mensupları yaptı. 1950 yılında Adnan Menderes de, onun fabrikasının kapanmasına seyirci kaldı. Çünkü Demirağ DP’li değildi.
Kendilerine Atatürkçüyüm ve Kemalistim diyenlerin bu ülkeye zerre kadar faydaları olmadı. Ama çok zararları oldu. Türk teşebbüsünü bunlar önledi. Fabrikaları bunlar kapattı. Yabancılarla bunlar işbirliği yapıp, ihaleleri onlara verdiler. Agop Dilaçar gibi Ermenileri TDK’nun başına getirdiler. Hatta Ermenileri palazlandırdılar. Türklere ve Türk köylüsüne yıllarca baskı uygulayıp, jandarmanın insafına terk ettiler. Türk köylüsünün ekip biçtiği, hasılatını aldığı mahsule ve besleyip büyüttüğü hayvanlara neredeyse yarı yarıya ortak oldular. Osmanlı Türk köylüsünden % 10, % 20 civarında vergi alıyordu. Bunlar % 30, % 40 vergi almaya başladılar. Köyler CHP döneminde kasaba ve şehir eşrafının ve hükümet görevlilerinin insafına bırakılmıştı. Her kasabada ve şehirde o dev gibi silolar boşuna yapılmadı. Jandarma ve hükümet görevlileri gelmeden köylü mahsulünü harman yerinden uzun yıllar boyunca kaldıramadı. Gelen görevliler insaflıysa köylülere kışı geçirmeleri için yiyecekleri bir şey bırakıyor, köylü rahat ediyordu. İnsaflı değillerse neredeyse yarı yarıya alıyorlardı. Pay olarak aldıkları mahsulün yarısı onlara, yarısı da devlete gidiyordu. Hayvanlar yavru yaptığı, bir az beslenip büyümeye yüz tuttuklarında hükümet görevlileri jandarmalarla birlikte yine köylerde pay almak için beliriyordular. Yine mahsullerdeki gibi, aynı durum. Jandarma köylünün başında bir dipçikti. Ses çıkaran ve itiraz eden köylü soluğu karakolda alıyor, falakadan geçiriliyor, yahut hapse atılıyordu. Bunu kimler mi yaptı? Kendilerini Atatürkçü Kemalist gösterenler, bu maskeyi yüzlerine takanlar yaptı.
Süleyman Dayım anlatmıştı. Ben de kaleme almıştım:
“Bizim köy Adamkaya’dan biri Şarkışla’ya bir dükkan açmış. Gıda ve sebze satıyormuş. Şarkışla yerlilerinden birisi, bir gün üstüne ismini yazdığı yeni bir küleği pekmezle doldurmuş, üstünü bezle örtmüş, gizlice onun dükkanın içine, kapı yanına bırakıp çıkmış. Bundan bizim köylünün haberi olmamış. O anda bir müşteriyle meşgulmüş. Düzenbaz adam varıp karakola şikayet etmiş. Karakoldakiler onun tanıdığı, içki arkadaşları imiş. Karakoldan gelmişler, küleği bulmuşlar. Bizim köylü ilkin ne olduğunu anlamamış, Ona, ‘Bunu çalmışsın, şikayet var’ demişler. Bizim köylü, ‘O külek benim değil, kim koymuşsa koymuş, haberim yok’ demiş. Karakola çekip falakaya yatırmışlar. Kan revan içinde bırakmışlar. Sonra ona, ‘Şimdi kazayı terk edeceksin, köyüne gideceksin, bir daha da buraya adım atmayacaksın’ demişler. Bizim köylü dayaktan perişanmış. Ama suçu kabul etmemiş. Ona bir miktar para vermişler. Dükkanı külekte ismi yazılı olan adama devrettiğine dair bir kağıt imzalatmışlar. Onu köyüne postalamışlar. Bizim köylü birkaç yıl Şarkışla’ya adım atmamış.”
Olay 60’lı yıllarda geçmişti. Bakkalı elinden alınan Adamkayalı şimdi TC merkez valilerinden birinin babası.
İşte söz konusu günümüz Atatürkçü ve Kemalistlerin ağa babaları, hatta dedeleri yüzünden Türkiye bir adım bile ileri gitmedi. Türkiye yoksullaştı, fakir bir hale geldi. 1980 öncesi Ecevit yönetimde her şeyden mahrum bir hale geldi. Maaş almak için emekliler sabahın alacakaranlığında banka önlerinde kuyruğa girdi, soğuk kış günlerinde bile. Şeker, yağ, çay ve ihtiyaç maddeleri karaborsaya düştü. Bunun adına da ABD ambargosu dediler. Bahaneleri hazırdı. İdam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, öldürülen Mahir Çayan, MİT’çi devrimci Mahir Kaynak, güya Atatürkçü ve Kemalistti. Hatta onlara göre, devrimciler, solcu militanlar bile Atatürkçü ve Kemalistti. Ancak bu Atatürkçü ve Kemalistler ne hikmettense 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra, 1984 yılından itibaren Kürtçü ve PKK’lı oldular. Sırrı Sakık’lar, Ertuğrul Kürkçü’ler… Yüzlercesi, hatta binlercesi. Evet, bunlar 1980’den önce Atatürkçü ve Kemalistti.
Kemal Kılıçdaroğlu günümüz CHP’si Atatürkçü ve Kemalist değil diyor. Haklı. O Atatürkçüyüm ve Kemalistim diyenlerin ne mal olduklarını çok iyi biliyor. Bu nedenle Eren Erdem iki dönem CHP’den milletvekili seçildi. TBMM’nin en genç milletvekili. Kendisini yakından tanırım. Çok çalışkan, çok gayretli, çok erdemli bir milletvekili. Allah ondan razı olsun. Allah Eren Erdem’den razı olduğu gibi, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’den de razı olsun. Bunlar olmasa benim gibilerin Atatürkçü ve Kemalistlerden çok çekeceği var. Bırak yazı yazmayı, sürüm sürüm süründürürler. Allah onları bir daha bu ülkenin başına getirmesin.
Neymiş efendim, AKP okullarda “Andımız”ı yasaklamış. Neymiş efendim, bu andımızın yazarı Reşit Galip’miş. Beyler bu işler laf ile olmuyor, ant içmekle olmuyor. Her pazartesi İstiklal Marşı söyletmekle de olmuyor. Bu işler Atatürk heykeli karşısında put gibi durmakla da olmuyor. Atatürk’ü bileceksin, tanıyacaksın. Onun izinden gideceksin. Lafta Atatürkçülük ve Kemalistlikle kimseye bir şey veremezsin, Ben Türkmendağı’nı, Kızıl Dağ’ı, Suriye Türkmenlerini yazıyorum, bunu Adana Haber Olay’da yayınlıyorum. Onlara dair bilgi veriyorum. Yalan yazmıyorum, doğruları yazıyorum. Medya bu işe yabancı kalırken bin yıllık bir Türkmen olarak ben soydaşlarımın acılarını, sıkıntılarını dile getiriyorum. Bunun şikayet edilecek nesi var? Atatürk de teğmenken Suriye’de bulundu ve görev yaptı. Halep ve Lazkiye Türkmenleri ile ilgilendi. Bari Atatürk’ten utanın. Hani onun izinden gidiyordunuz?
Sapmışsınız beyler, hem de çok sapmışsınız. Esat’ı da kendinize lider seçmişsiniz. Oysa Suriye’deki Türkmenler Beşer Esat ve babası Hafız Esat zamanında Araplaştırıldılar, Türkçeden mahrum bırakıldılar, Türkçe eğitimden uzak kaldılar. Hatta en büyük zulmü bu baba ve oğlu zamanında gördüler. Peki, Atatürkçüyüm ve Kemalistim diyenleri anlıyorum da, Alevilere ne oluyor. Onlar niye benim yazılarımın paylaşımlarını şikayet ediyorlar. Oysa ben Hanifi mezhebinden olmama rağmen Kızılbaş’ım. Açık açık söylüyorum, ben Kızılbaş’ım. Her zaman da Alevilerin yanındayım. Ama Şia’nın yanında değil. Beni şikayet eden Aleviler Şia ile Aleviliği birbirine karıştırıyorlar galiba. Esat ailesi Alevi değil, Kızılbaş hiç değil, ne peki? Şia. Evet, Esat ailesi Şiadır. Esat ailesi koyu bir Arapçıdır. Bunlar Arap kültürünü ve Arap dilini her şeyin üzerinde tutarlar. Geçen hafta Rus bombardımanı desteğiyle Türkmendağı’nı ele geçiren Esat birlikleri onlarca Türkmeni kıtır kıtır boğazladı. Evet, yanlış duymadınız. Esat birlikleri aynı IŞİD gibi, Türkmenleri boğazlayıp boğazlayıp bir kenara attı. Bu haber doğruydu. Görüntüleri, fotoğrafları var. Bu fotoğraflar da montaj değil. Ya 3 Ocak’ta Kızıldağ’dan Türkmendağı’nı yeniden ele geçirmek isteyen ve bu nedenle saldırıya geçen Türkmenler karşısında Türkmendağı’nda sıkışınca Esat yönetimi Türkmenleri arkadan vurmak için IŞİD birliklerini niye Halep tarafına sürdü? Duyduğumuza göre bu IŞİD birlikleri geçen yıl yakalanan ve hapse atılan IŞİD’cilermiş. IŞİD birlikleri Halep’in Düden köyünü basıp buradaki 35 Türkmeni boğazladı. Hani Esat birlikleri ve Rus uçakları IŞİD’i temizlemek ve yok etmek için harekete geçmiştiler?
Ben son yazımda ilmi bir yazı yazdım. İnanmayan Ebu’l Faraç Tarihi’ne baksın. Google com’da o iki ciltlik tarihin birinci cildi var. Ona baksınlar. Prof. Dr. Ali Sevim’in Selçuklular ile yazdıklarına baksınlar. Hatta Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun yazdıklarına baksınlar. Ebu’l Faraç, Kutalmış’ın 1064 yılında değil, 1080 yılında, İznik önlerinde Porsuk Bey tarafından bir düelloda öldürüldüğünü yazıyor mu, yazmıyor mu? Her şey Prof. Dr. Osman Turan’ın yazdıklarından ibaret değil. Çok merak etmişler ise, Urfalı Mateos’un Vakayinamesi’ne de bakabilirler. Hatta ben bu hususta Oğuzların İsyanı ve Babailer Hareketi diye kitap bile yazdım, yayınladım. Google.com’da Academia.edu’da da var. Bakabilirler. Ben öyle diğer gazete köşe yazarları gibi değilim. Onlarla beni karıştırmasınlar. Ben ilmi yazarım, onlar güncel ve siyasi. Ben pek siyasete girmem. Ha unutuyordum, şimdi hatırladım. Reşit Galip demiştim de. O Türkiye Cumhuriyet tarihinin en büyük yalaka siyaset adamıdır. Yalakalıkta şimdiye kadar onu geçen olmadı. Ancak hani onun için Andımız’ı yazmış diyorlar, öyle propaganda ediyorlar ya. Adamı bir anda, Türk siyasetçileri içinde en başı dik adam yaptılar. Neymiş efendim, Atatürk’e bile karşı gelmiş. Peki, Atatürk’le aralarında geçen olay nedir, bunu söyleyenler o olayı niye anlatmıyorlar? Onlar anlatmıyor ama, ben anlatayım:
7 dönem milletvekili seçilerek TBMM’ne giren Mahmut Esat Bozkurt, 1932 yılında Milli Eğitim Bakanı idi. Reşit Galip onun yerine göz dikmişti. Nasıl edip de Mahmut Esat Bozkurt’u Mustafa Kemal Paşa’nın gözünden düşürürüm de Milli Eğitim Bakanı olurum hesabı yapıyordu.
Bir gün Mustafa Kemal Paşa ile Mahmut Esat Bozkurt’u bir masada başbaşa konuşurlarken gördü. Bozkurt Milli Eğitim Bakanı idi ve paşaya Türk tarihi ve Türk kültürü ile ilgili bilgiler veriyor, Göktürkler’den ve Türklerin bin yıllarında Asya’dan, Horasan’dan gelmelerinden söz ediyordu. Reşit Galip bir kenardan onun sözlerini işitecek bir biçimde durdu ve dinlendi. Bir anda hışımla masaya geldi. “Mahmut Bey, bırakıp bu saçmalıkları. Neymiş efendim, Hunlar, Oğuzhan, neymiş efendim Göktürkler, Türk Bilge Kağan, Orkun Yazıtları. Bunlar uydurma efendim. Biz Asya’dan gelmedik. Bizim Göktürklerle, hatta Hunlarla hiçbir alakamız yoktur. Biz bu Anadolu’nun çocuğuyuz. Hititlerin, Lidyalıların, Truvalıların torunlarıyız. Hatta Asya kültürüne değil, Sümerler ve Asurlar gibi Mezopotamya kültürlerine mensubuz. Eğer sen bir Maarif vekili olarak bunları değil de, öğrencilere Hunları, Göktürkleri anlattırıyorsan, vay halimize. Avrupa Hunlar ve Göktürkler için barbar diyor. Yani şimdi biz bir barbar kavmine mi mensubuz? Siz çocuklara bunu mu öğretiyorsunuz?” dedi.
Onun sözlerini bitirmesini bekleyen Mustafa Kemal Paşa, birden hiddetlendi. “Reşit Bey, biz burada bir cumhurbaşkanı ve bir Maarif vekili olarak oturmuş, Türk maarifini, Türk tarihini ve Türk kültürünü konuşuyoruz, Ama sen bir anda gelip, konuyu anlamadan ve dinlemeden işe maydanoz olup çıktın. Senin başka işin yok mu? Hayatında terbiye nedir bir şey almadın mı sen? İki kişi konuşurken üçüncü kişiye, maydanoz olmak değil, bok yemek düşür. Şimdi asabımı daha fazla bozmadan lütfen masayı terk edin ve gidin” dedi.
Reşit Galip Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözleri üzerine kıpkırmızı kesilmişti. “Baş üstüne paşam” deyip uzaklaştı. O gün sabaha kadar uyuyamadı. İkinci üçüncü gün kütüphaneye kapandı, Hititlerle ilgili ne buldu ise okudu. Bir yazı hazırladı. Bunu TRT’de konuşma olarak yaptı. Mustafa Kemal Paşa onun bu konuşmasını dinledi ve hoşuna gitti. Çağırdı. “Seni Mahmut Esat Bey’in yerine Maarif vekili” tayin ettim dedi. Böylelikle Reşit Galip 1932 yılında Milli Eğitim Bakanı oldu. Onun bakan olması ile, rüzgar Türkçüler üzerinde esmeye başladı. İlk harcanan Zeki Velidi Bey oldu. Onu üniversite hocalığından aldırdı. Oysa bir Milli Eğitim Bakanı İlkokul’lara, Ortaokul’lara ve Lise’le karışırdı ama, Üniversiteye ve fakültelere karışamazdı. Atsız Bey, Fuat Köprülü’nün asistanı yani günümüzün Yard. Doç. Dr.’u idi. O Zeki Velidi’nin üniversite hocalığından alınmasını kendine yediremedi. Bir gün kimseye bir şey demeden Ankara’ya gitti ve bakanlıkta Reşit Galip’i bulup, “Osmanlı yıkıldı, yerine cumhuriyet kuruldu ama, görüyoruz ki halen devşirmeler devlete hakim olmuş” deyip onu odasında tokatladı ve herkesin şaşkın bakışları arasında bakanlığı terk edip İstanbul’a geldi. Gelir gelmez de, Fuat Köprülü’nün, “Öğrencilere ders anlatacaktın, iki üç gündür seni bekliyoruz” diye azarı ile karşılaştı. Çok geçmeden de Reşit Galip’in emriyle asistanlıktan alındı.
İşte, birileri tarafından kahraman yapılmaya çalışılan Reşit Galip budur. Bir Türk ve ilim adamı kıyıcısıdır. Bitmedi. Şimdi ona dair bir şey daha anlatacağım ki, sanki küçük dilinizi yuta kalacaksınız.
Atatürk görmüş olduğu bir rüyayı güya Dr. Reşit Galip’e anlatmış: O da bir gün dostlar meclisinde arkadaşlarına anlatıyor. Diyor ki.
“Rüyamda bana ‘Paşam, İnönü’den ne haber?’ diye sordunuz. Ben de: ‘Vaziyet kritiktir’ cevabını verdim. Kritik nedir? Anlamadım ki dediniz. Bunun cevabını 15 dakikaya kadar size veririm diyerek odama çekildim.” Düşman henüz İzmir’e çıkmamıştı. İnönü Mevkii de önem kazanılmamıştı. Aradan bir iki yıl geçti. İkinci İnönü Savaşı’nın kritik günlerinden biriydi. Mustafa Kemal’in arabası Millet Meclisi’nin önünde durdu. Hemen yanına koşarak vardım, telaş ve endişe içinde, “Paşam, İnönü’den ne haber?” diye sordum. Aynen şu cevabı verdi: “Vaziyet kritiktir.” O zaman ben “Kritik nedir? Anlamadım ki” dedim. O da, “Sana bunun cevabım 15 dakikaya kadar veririm” dedikten sonra gülümsedi ve: “Hani Ankara’ya geldikten sonra ben bir rüya görmüştüm. Bu rüyayı sen de görmüştün. Hatırladın mı?” dedi. Hafızamı yoklayarak, o rüyayı anlattım. Gülerek: “İşte, rüya aynen gerçekleşmektedir… Ben İsmet’i tanırım. Göreceksin 15 dakikaya kadar varmadan muzafferiyet haberini alacağız!..”
Gerçekten de 15 dakika geçmeden bir telgraf gelmiş ve 2. İnönü Savaşı’nın da zaferle sonuçlandığını öğrenmiştik.
İyi hoş da Meclis konuşmasında,
“Aziz milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” diyen birinden yukarıda anlatıldığı gibi böyle bir rüya sadır olabilir mi? Oysa rüyayı anlatan Dr. Reşit Galip, Atatürk değil. Birinci anlatışta rüya güya onun ağzından verilmiş. Zaten dikkat edilirse anlatım çok bozuk.
Ben Allah’ın son peygamberiyim diyen ve Müslümanlığı yayan Hazreti Muhammet bile, rüyalarla savaş kazanmamışken, Reşit Galip’e göre, Mustafa Kemal Paşa nasıl olup da rüyalar görüyor ve bu rüyalar doğrultusunda savaşlar kazanıyor? Oysa rüyalar görülebilir. Ama bu rüyalar yüzde yüz aynısı ile gerçekleşmez, yorum gerektir. Gel de bunu Reşit Galip’e anlat. O kendini Atatürk’ün ikinci bir parçası gibi gösterme peşinde. Yani, kendisine Allah’lık, Mustafa Kemal Paşa’ya da peygamberlik payesi vermekte, anlaşılan. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü ve Kemalist zihniyeti. Bu zihniyetle bir iki adım bile ilerlenmez. Benim en az 400, 600, hatta 2500 kişi tarafından bile okunan yazılarım, son şikayet nedeniyle iki fesbuk sayfamda da erişim ve görüntü engellemeleri yüzünden, son yazım 352 kere okunmuştur. 11 Ocak’a kadar iki sayfamda da kısıtlama söz konusu olduğundan bu yazım belki 351 kere bile okunmayacak. Ama söz konusu şikayetleri ve kısıtlamaları yapanların kim olduğunu böylelikle millet öğrenmiş olacak. Telekom’un bu kısıtlamalarda parmağı var mı, onu bilmem ama, yetkililer bilir.